Yayınlanma Tarihi: 30 Eylül 2010Kategoriler: Haberler

Aşağıdaki yazı Kazım Can Alparslan tarafından yazıldı; 23 yaşında, Avustralya – Sinema & TV mezunu, boş vaktinde 23 ülkeyi tek başına gezdi. Kendisini Dragpns’ Den çekimleri esnasında tanıdım. Dragons’ Den’in yapımcı şirketi Sera Film’de çalışıyor ve bizim çekim ekibimizde. Bana ilk gün gelip “Alphan bey ben Kamboçyayı motorla dolaştım” deyince, “Kazım hemen tecrübelerini yazıyorsun” dedim. Sağolsun yazdı ve bir de yetmedi, bana Pol Pot döneminde (iç savaş) basılmış fakat tedavüle çıkmamış Kamboçya paraları da hediye etti. Bundan daha iyi bir hediye olur mu? Ben de onu yazısını ve resimlerini sizlerle paylaşıyorum…

Herkes Avrupa’ya ya da Amerika’ya gitmeye çalışıyor; vize almak ne kadar zor diye söyleniyor. Oysa dünyada o kadar çok enteresan ve gezmeye değer ülke var ki. Kimse konfor bölgesinden çıkıp kendini zorlamaya gelemiyor, farklı bir kültür ve iklim, farklı bir mutfak tadayım demiyor.

Bilmediğiniz bir ülkeyi gezmek; ve bunu bir tur veya paket otel şeklinden ziyade sırt çantasıyla gezmek, hayatınızı değiştirebilecek ender tecrübelerdendir. Evet, garip şeyler yemek zorunda kalabilir, rahatsız edici yerlerde uyumanız gerekebilir. Kaybolacaksınız, küfredeceksiniz, belki elinizden hiç birşey gelmediği bir durumla karşılaşıp ağlayacaksınız. Ama sırtınızda çanta, elinizde harita, bilmediğiniz bir ortama ayak uydurmak size kendiniz hakkında çok şey öğretecek, ileride hayatin size sunduğu sorunları çözmek için hazırlayacaktır.

2009 yılında 3 hafta boyunca Kamboçya’yı gezme şansım oldu. Yaşadıklarımı sizinle paylaşmak istedim, umarım ilginç bulursunuz. Sizi sıkıcı Schengen tayfası…

Kamboçya, Güney-doğu Asya’nın Hindistan ve Çin arasındaki Hindiçini olarak bilinen coğrafi bölgede, nüfusu 15 milyonluk küçük, kalp şeklinde bir ülke. Komşuları batıda Tayland, kuzeyinde Laos ve doğusunda Vietnam’dır.

Tarihinde birçok kraliyet ve kabilenin savaşlarına, büyümesine ve çöküşüne şahit olmuş, ama biz onu daha çok yakin tarihteki talihsizlikleriyle tanıyoruz. Gezi anılarımı anlatmadan önce bu tarihden bahsetmem gerektiğini hissetim.

Kızıl Khmer yılları:

Kamboçya’nın modern tarihi ve Pol Pot liderliğinde başa gelen Kızıl Khmerler’in hikayesi, adeta insanlığın karanlık tarafını sergileyen bir kabus gibi.

Vietnam savaşı ve Amerika’nın soğuk savaş stratejisini tartışmaya girmeden, ki bu konuda sayfalarca yazılabilir, kısaca bahsetmemiz gerekirse; ABD 1965-1973 yılları arasında, Kamboçya’ya sızan Vietnamlı gerillaları yok etmek amacıyla ülkenin doğu yarısına 2.756.941 ton (!) bomba atmıştır (ki bu müttefik güçlerinin tüm 2. Dünya savası boyunca attıkları bombalardan fazladır). Bu bombalama, kuşkusuz, etkilenen köylü halkını Kızıl Khmer’lere katılmaya itmiştir. Ama tartışılamayacak ve asıl korkunç olan nokta, Kamboçya’daki soykırımın yabancılar tarafından değil, kendi insanları tarafından yapılmış olmasıdır.

1975 yılında başa gelen Kızıl Khmerler; dünyanın ilk gerçek komünist sistemini kurmak amacıyla takvimi sıfır yılına geri almış, ticaret ve parayı kaldırmış, ‘Batıdan gelme’ sayılan müzik, teknoloji ve kıyafetleri yasaklamış, bütün şehirleri boşaltmış ve halkın tümünü çalışma kamplarına doldurmuştur. Başta kaldıkları 3 yıl boyunca, nüfusu toplam 8 milyon olan Kamboçya halkının yaklaşık 2 milyonu sistematik ve vahşi bir biçimde katledilmiş, bir yarım milyon da ekonomik çöküş nedeninden açlık ve hastalıktan ölmüştür. Burada tüyler ürperten bir detay daha vardır, o da öldürülenlerin neredeyse tümünün eğitimli, orta ve üst sınıftan oluşudur. Yani ülkenin kalkınmak ve gelişmek için ihtiyacı olan doktor, mühendis, avukat, tüccar, öğretmen ve sanatkar gibi mesleklerden oluşan kesimi tamamen yok edilmiştir.

Bu yetmiyormuş gibi Kızıl Khmer’ler güçten düşeceklerini fark ettiklerinde ülkenin her yanına mayınlar döşemiş ve sayısı tam bilinmeyen ama milyonlarla tahmin edilen bu mayınlar günümüze dek insanları kolsuz bacaksız bırakıyor ve verimli tarım bölgelerini kullanılmaz kılıyor.

30 küsur yıl sonra, Kamboçya halen tam anlamda kendine gelememiş ve ülkeyi gezerken her köşesinde bu karanlık geçmişin hayaletlerini hissetmemek mümkün değil.


Siem Riep:

Tayland’dan Poipet gümrük sınırını ilk geçtiğinde insan kendini nükleer savaş sonrası bir dünyaya gelmiş sanıyor. Her yerde toz, duman ve bundan korunmak için yüzlerini sarmış insanlar, kolsuz bacaksız ilerleyen mayınzedeler, kırık dökük kumarhaneler ve etrafını saran dilenci çocuklar.

Sınırdan Siem Riep’e uzun bir otobüs yolculuğu sonunda vardığında, onlarca 5 yıldızlı otelin etrafındaki karton gecekondu mahallesi manzaraları insanın başını döndürüyor.

Siem Riep’de yer alan Angkor tapınakları, dünyada gerçekten görmeye değer sayılı yerlerden ve yılda yaklaşık 2 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor. Tapınaklar hakkında fazla yazmama gerek yok, bu konuda kitaplar dolusu kaynak mevcut. En ünlüsü Angkor Wat olmasına rağmen civarda 1100-1400 yılları arasında yapılmış binden fazla (!) tapınak var ve evet neredeyse hepsi görmeye değer.

Angkor Wat, Thom ve Bayon gibi en ünlü ve ana tapınakları ziyaret etmek için günlük veya üç günlük bilet almak gerekiyor, vaktiniz varsa üç günlük bileti tavsiye ederim çünkü gerçekten gez gez bitmiyor. Tapınaklar birbirine uzak sayılabilecek mesafelerde ve yabancıların burada motosiklet kullanması yasak. O yüzden ilk günü tapınakları iyi bilen bir Tuk Tuk şoförüyle gezebilir, diğer iki günü ise bisikletle ilk gün göremediğiniz veya çok beğendiniz tapınakları tekrar görmekle geçirebilirsiniz.

Tapınakların etrafındaki ormanlar maymun dolu ve insanlardan hiç çekinmemeke kalmayıp benim gibi suratınızdan güneş gözlüğünüzü ve elinizdeki haritayı kapıp kaçmaya çalışırlarsa peşlerinden bağıra çağıra kovalarken karizmayı çizdirebilirsiniz.

Sihanoukville:

Sahili Tayland’ın ünlü plajlarıyla kıyaslanacak kadar güzel olmasa da, oradaki turist fazlalığının yarattığı sorunlar da yok. Şehirlerdeki hengame sizi yorduğunda birkaç günlüğüne kafa dinlemek için ideal bir yer.

Şehir merkezinde kalacak yerler var ama fiyatları sahille aynı o yüzden bir motosikletin arkasına atlayıp sahile inin, orada voleybol oynayan güzel kızlara ‘Ben yeni geldim, kalabileceğim bir yer tavsiye edebilir misiniz?’ repliği işimi görmüştü. Gündüzleri yüzüp hamakta tembellik yapıp, geceleri kumsala kurulan barlarda mangalda kızartılmış barakuda yiyebilir ve ayakta duramayacak kadar sarhoş olan gençlere katılabilir ya da uzaktan küçümseyen bakışlar atabilirsiniz.

Battambang:

Bu şehirde Kızıl Khmerlerin yaklaşık 10,000 kişiyi öldürüp cesetlerini attığı bir mağara var. Beni motosikletle mağaraya götüren amca yol boyunca, ailesinin tümünün bu mağaralarda öldürüldüğünü ve kendisinin direniş başladığında öçlerini almak için savaştığını anlattı.

Yolun bittiği yerden mağaralara ulaşmak için uzun bir tırmanış gerekti. İçerisi kapkaranlık ve yüzeyi toz ve toprak olduğundan iniş çok kaygan. Fenerimi ağzımda tutarak yüz metre kadar aşağıya indim. Tavanda sayısız yarasa ve yerde de küçük sayılmayacak ve yüksek sayıda ince bacaklı sıçrayan örümcekler vardı. İçerideki iskeletlerin çoğunun yıllar önce yüzeye çıkartılmış olmasına rağmen hala gözden kaçmayacak kadar çok kemik parçası mevcuttu. Mağaradan çıkmak ve temiz havayı solumak yeniden doğmak gibi unutulmaz bir histi.

Kampot & Bokor Dağı:

Kampot sakin bir nehir şehri. Buraya gelmemin nedeni Bokor Dağının tepesindeki terk edilmiş kumarhane, kilise ve otelleri görmekti. Ne yazık ki vardığımda öğrendim ki dağda yapılan yol çalışmalarından dolayı bir yıldır halka kapalıymış. Şansıma küstüm, bu dağı gerçekten de çok görmek istiyordum ve çok yol almıştım. Günümü boş geçirmemek ve etrafı gezebilmek için motosiklet kiralayan bir garaj buldum. Dükkanın sahibiyle hayal kırıklığımı paylaştım; kötü İngilizcesiyle benim için üzüldüğünü ve eğer savaş kalıntıları görmek istiyorsam yakın olan Kep’i gezmemi önerdi.

Kep, Kampot’dan motosikletle yaklaşık bir saat uzaklıktaki bir sahil kasabası. Genellikle hippi gezginlerin takıldığı bir yer. Eskiden Fransız aristokrasisinin tercih ettiği tatil mekanlarındanmış, sahil boyunca uzanan yolu takip ederek, vaktinde çok gösterişli olan ama savaş sırasında ağır hasar görmüş ve doğaya terk edilmiş villaları gezmek çok ilginçti.

Ertesi gün erkenden kalktım ve otogara doğru yola koyuldum. Motosikletimi kiraladığım garajın önünden geçerken selam vereyim, gittiğimi söyleyeyim dedim. Dükkan sahibi beni görünce heyecanlı bir şekilde yanıma koştu. ‘Bokor dağı açık! Sen motosiklet kirala!’ dedi. Nasıl bir şans ise o sabah Khmer yeni yılı için inşaata ara verilmiş, dağ halka açılmış ve dükkan sahibi de bunu bir şekilde duymuş.

Motosikletçi amca beni dikkatli olmam için uyardı. Şehirden dağa varmam yaklaşık bir saat sürdü ve uzak doğuda motosiklet kullanma standartlarına göre kolay sayılabilirdi. Dağ yoluna girdiğimde ve çamur yolun halini gördüğümde tırmanışın bu kadar rahat olmayacağını anladım. Önceki gece yağmur yağmıştı ve kamyonların tekerleri çamurda derin kanallar oluşturmuştu. Bu kanallardan şaştığın anda motosiklet seni üstünden atmak isteyen bir at gibi çırpınıyordu. Her şeye rağmen öğleye doğru 45km’lik dağ yolunun sonuna gelmeyi başardım, Bokor dağının tepesindeydim.

Sisin içinden ilk gördüğüm şey kilisenin kulesi oldu. Savaş sırasında Vietnam ordusu bu kiliseyi ele geçirmiş ve vadinin diğer tarafındaki Kizil Khmerlerlere uzun süren bir çatışma olmuş.
Kilisenin içini gezerken dışarıda ağır bir yağmur başladı. Bir saat kadar içeride yağmurun dinmesini bekledim.

Sonra, motosikletime atlayıp vadinin diğer tarafındaki yapay gölün etrafındaki delik deşik edilmiş köşklerin ve otelin içinde dolaştım.

En son hedefim ise devasa ve harabe kumarhane binasıydı. İçine girmeden kendimi epey bir gaza getirmem gerekti ve dışındaki ‘Girmeyin, Ölüm tehlikesi’ tabelaları pek de yardımcı olmadı. Belki size çocuksu gelebilir ama elimde fenerimle çökmüş karanlık merdiven ve koridorlardan korkarak ilerlerken; başıma birşey gelse hiçbir kurtuluş olmayacağını bilmek tarif edilemeyecek bir heyecandı. Eskiden kristal avizelerin sallandığı, şampanya içilen müthiş salonlar şimdi doğanın merhametine terk edilmiş, küflü ve paramparçaydı. Medeniyetin ve insanlığın geçici olduğunu haykıran bir sahne. İtiraf etmeliyim ki beni Angkor Tapınaklarından bile daha çok etkiledi.

Unutulmayacak bir gün geçirmiştim ama macera henüz bitmemişti, bu dağdan geri inmesi vardı. Nasıl başardıysam tek bir yol olmasına rağmen saçma bir patikaya saptım ve kayboldum, sis çok ağırdı ve yol yağmur yüzünden çok kaygandı. Hava karardıkça daha da endişelendim ve bir an önce ana yola ulaşmak icin hız yaptım, birkaç defa motosikleti yan yatırdım.

Az daha sonra güneş tamamen batmıştı ve bir yanı uçurum olan çamur yolun görebildiğim tek kısmı motosiklet farının önümdeki sis ve yağmurda zar-zor aydınlatıgı bir metrelik mesafeydi. Bildiğim tüm pozitif pop şarkılarını haykırarak söyledim ve öleceğime inandıkca gariptir ki kahkahalar atmaya başladım. Şanslıymışım ki sonunda yolu buldum; neredeyse motosikletten inip o pis asfaltı öpecektim. Geceyarısı pansiyona ulaştığımda üstüm başım çamur, ayakkabılarım paramparça ve suratım motosikletin farına gelen böceklerin ölüleriyle kaplıydı.


Phnom Penh:

Başkent Phnom Penh Tonle Sap gölü ve devasa Mekong nehirinin birleşmesiyle ikiye ayrılıyor. Yabancıların çoğu Boeng Kak gölünün kıyısındaki pansiyonlarda kalıyor, eğer iyi vakit geçirme kavramınız binlerce sivrisineğin akşam yemeği olmayı içermiyorsa uzak durmanızı tavsiye ederim. Şehir merkezinde uygun fiyatlara sayısız otel ve pansiyon var.

Şehirde görülmesi gereken en önemli iki yer Tuol Sleng kampı ve ölüm tarlaları.

S-21 olarak da bilinen Tuol Sleng Lisesi, Kızıl Khmerler tarafından bir ölüm kampına dönüştürülmüş. Bu binalarda yaklaşık 20,000 insan işkence edilip öldürülmüş. Hüzünlü ve sessiz bir yer, koridorlarda kurbanlarının katilleri tarafından çekilmiş fotoğrafları, üst katlardan insanların atlayıp intihar etmesini önlemek için çekilmiş dikenli teller, ölülerin kıyafet ve terliklerinin üst üste yığıldığı bir depo.

Tuol Sleng’in kurbanları yakındaki ölüm tarlalarında gömülmüş. Şehirden herhangi bir taksi ya da Tuk Tuk’la gidebilirsiniz. Tarlalar şimdi yemyeşil; açmış çiçekler ve uçuşan kelebekler mekanı nedense daha da iç burkucu yapıyor. Tarlanın ortasındaki devasa anıt kulesine yaklaştığınızda, içinin zeminden tavana kadar kemik ve kafataslarıyla dolu olduğunu farkettiginiz an nefes almakta zorlanabilirsiniz.

Bütün bu tarihi solumak içimde derin bir hüzün oluşturmuştu ve bir tür kapanışa ihtiyaç duymuştum. Televizyonda, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Mahkemesinin, Tuol Sleng’in komutanı Guek Eav ‘Duch’ Kaing’i yargıladığını görmüştüm. Seanslar halka açıktı ve isteyen gidip seyredebiliyordu. ‘Duch’ kürsüye çıktığında, karşımdaki şekilin hakları olan bir insan olarak sayılıp sayılamayacağını uzun uzun düşünmüştüm, halen de karar verebilmiş değilim. Seyircilerin çoğu yabancı medya mensuplarıydı,  neredeyse hiç yerli yoktu. Kamboçyalılar geçmişi unutmak istiyorlar.

Phnom Penh’de yapacak başka şeyler de var tabii; istediğiniz diskolar ve barlar ise onlardan sokaklar dolusu var. Ayrıca eğer bıkmadıysanız birçok tapınak da mevcut. Bunlardan en şirini şehre ismini veren Wat Phnom. Şehir merkezindeki ünlü bağımsızlık anıtı ve Kraliyet Sarayı da görmeye değer yerlerden.

Phnom Penh’den botla Mekong nehri üzerinden Saigon’a gitmeniz mümkün ve gerçekten çok güzel bir yolculuk ve son.

Notlar:

Tuk Tuk diye bahsettiğim şey ne diye merak ettiyseniz, bunlar basit üç-tekerli arkasında oturacak bir sıra olan motosikletler. Kamboçya’da ulaşım için taksiden çok Tuk Tuk ve normal motosikletler kullanılıyor. Binmeden önce fiyat pazarlığı yapıp anlaşıyorsunuz. Bazen bu motosikletler sizi tanıdık dükkan, tur acentesi ya da pansiyonlara götürmeye çalışabilir. Kazıklanmak istemiyorsanız kibarca hayır demeniz yeterli. Ayrıca size yasa dışı hizmetler ve ürünler de önerebilirler.

Alış veriş ve ödemeler genellikle dolarla yapılıyor. Para makineleri çok sık bulunmuyor o yüzden biraz fazla para taşımak gerekebiliyor. Kamboçya riel’i motosiklet ya da sokak yemekleri gibi ufak ödemeler için gerekebiliyor. Ülkeden çıkmadan bütün riel’lerinizden arının çünkü ülke dışında değeri basıldığı kağıttan bile az.

Kamboçya mutfağı pirinç ve balık ağırlıklı. Ulusal yemekleri Amok denilen pilav üstü hindistan cevizli balık, tadı gayet güzel, içinde ne olduğunu bilmediğiniz diğer yemekler riskli gelirse güvenli bir seçenek. Eğer benim gibi yemeğe çok önem vermiyorsanız ve yaşamak için yiyorsanız sokak tezgahlarında 1 dolara temin edilen soslu ‘noodle’ makarnalarıyla haftalarca idare edebilirsiniz. Korkmayın, Vietnam’ın aksine Kamboçyalılar köpek eti yemiyorlar.

Köpekten bahsetmişken, bazı şehirlerde sokak köpekleri sorun olabiliyor ve geceleri sürü halinde yanlız gezenleri çevreleyebiliyorlar. Eğer başınıza böyle bir şey gelirse, yapacak en iyi şey elinizi birkaç kez havaya kaldırıp görünmez bir taş atıyormuş gibi yapmanız. Büyük ihtimal korkup kaçacaklardır (Aksine kızıp ısırırlarsa beni sorumlu tutmayın lütfen, benim için işe yaradı).

Şehir dışında gezerken kullanılmış yollara ve patikalara sadık kalmak şart; tuvaletim geldi, şu ağacın altına kadar gideyim diye bir seçenek yok, çünkü mayınlar ve patlamamış patlayıcı maddeler (Uxo) Kamboçya’da acı bir gerçek.


Kültür:

Kamboçya’da sosyal iletişimlerde en çok önem verilen şey ‘yüz’ kavramı. Bir Türk olarak bu fikri anlamak çok da zor değil. Basit tutarsak, Kamboçya ve diğer Budist kültürlerinde ‘yüz’ denen, bizim onur ya da şeref kavramlarına benzeyen bir prensip var. Bir kimseyi toplum içinde eleştirmek, azarlamak ya da aşağılamak onları çok utanç verici bir duruma sokuyor ve ‘yüzlerini’ kaybetmelerine yol açıyor. Sıcakkanlı bir milletten olmamıza rağmen, Kamboçya halkıyla iletişimlerimizde sinirlendiğimizi asla belli etmemeli ve sesimizi kesinlikle yükseltmemeliyiz.

Ayrıca dinleri gereği bir Budist’in kafasına asla dokunmamalıyız. Kafa, vücudun en yüksek ve dolayısıyla en kutsal parçası olarak kabul ediliyor. Aynı mantıkla ayaklar ve özellikle ayak tabanları kötü ve pis sayılıyor. Otururken ayaklarımızı masa ya da sandalyelere dayamamalı ve ayak tabanlarımızı başkalarına ve özellikle tapınaklardayken rahiplere ve Buda heykellerine asla doğrultmamalıyız.

Bir Kamboçya’lıyla asla ve asla kavgaya girilmemeli. Çok sakin görünmeleri sizi aldatmasın. Kamboçya’da kick-boks çok popüler bir spor. Berbat bir hastanede birkaç hafta geçirmeniz gerektiğinde, tartıştığınız kişinin sizin önünüzde olmasına rağmen kafanızın arkasına nasıl tekme atabildildiğini düşünmek için çok vaktiniz olabilir.

Çantanızda olmazsa olmazlar:

Bir fener: Güzel bir akşam geçirdiniz ve pirinç viskisinin dozunu biraz fazla kaçırdınız, sorun yok, ama pansiyona dönerken fark ediyorsunuz ki sokaklarda hiç lamba yok. Az miktarda ışık hayatınızı çok kolaylaştırabilir.

Sivrisinek ilacı: Burası Çınarcık değil, sivrisinekler ciddi bir tehlike temsil edebilir; sivrisineklerin taşıdığı sıtma ve diğer hastalıklardan etkilenme riskinizi azaltmak için en az %80 DEET içeren sivrisinek jeli bulundurmalı ve sürekli sürmelisiniz.

İlaç: İshal hapları! Bazen bir şey size dokunuyor ve bunlardan şeker gibi avuçlar dolusu yemeniz gerekebiliyor. Ayrıca bazı sıtma riski taşıyan bölgelerde uzun zaman geçirecekseniz sıtma hapı kullanmanız gerekebilir. Bir miktar ağrı kesici, yara bantı ve sargı bezi taşımakta da zarar yok.

İyi haritalar içeren herhangi bir gezi kitabı: Evet özgür ruhlu olmak ve plan yapmamak iyi ve güzel ama gecenin bir vakti ismini bile zor telaffuz ettiğiniz o şehre vardığınızda en azından haritalarına danışabileceğiniz bir kitabınız yoksa keşke buraya hiç gelmeseydim / annecim seni çok özledim moduna girebilirsiniz.

Umarım yazdıklarımı ilginç bulmuşsunuzdur ve içinizde Kamboçya’yı gezme isteğini uyandırabilmişimdir. Kamboçya gerçekten çok özel, çok acılar çekmiş ve görülmeyi hak eden bir ülke.

Dilerim ki siz de görür, bana hak verirsiniz.

Bültene katılın.