Yayınlanma Tarihi: 1 Temmuz 2007Kategoriler: Forbes Yazıları

Dünyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarında var olan suyun sınırlı olduğu,  insanların ve diğer canlıların ihtiyacını sonsuza kadar karşılayamayacağı  bir gerçek. Aslında dünyamızın 2/3’ü suyla ile kaplı, ama biz bu suyun %0.08 den daha az bir kısmını kullanabiliyoruz. Dünyadaki tatlı su kaynakları adil bir şekilde dağıtılmamış, örneğin Japonya 1 ton buğday üretebilmek için 1000 ton su kullanırken, dünya üzerinde 1,5 milyar insan temiz içme suyundan yoksun, üç milyar kişi de kanalizasyonsuz yaşıyor.
İçme suyu konusunda en sorunlu bölgelerin başında Güney Asya ve Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkeler geliyor. Dünya Su Konseyi Başkanı Fauchon, şu andaki su kıtlığının, çoğunlukla alt yapı bozukluğu, bürokrasi, yetersiz kurumsallaşma, yolsuzluk, rüşvet ve kötü yönetimden kaynaklandığını söylüyor.
Bunu yanında 1999 UNEP (United Nations Environment Program)’in 130 Ülkeden 2500 Bilim adamının katılımıyla oluşturduğu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu’nun raporuna göre; Küresel Isınma nedeniyle 2030’a kadar 7 milyon insan ani su baskınları ile karşı karşıya kalabilir. Ayrıca Çin, ABD, Avusturalya, ve Avrupa büyük su sıkıntıları yaşayacak. Üstelik yerküre sıcaklığı bu hızla artmaya devam ederse Amazon Ormanları ve Alpler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak. Zaten Küresel Isınma ve susuzluk zengin, fakir  ayrımı yapmıyor. Hatta şöyle bir ironi söz konusu; Japonya ve İspanya  gibi zengin ülkeler gelecekte daha fazla su fakirliği yaşayacaklar.
Dünya Su Konseyi Başkanı Fauchon’ın yorumlarına ben de katılıyorum. Ülkelerin istikrarlı büyüyememesi insanları büyük şehirlere göçe zorluyor. Gittikçe büyüyen şehirler, etrafındaki su kaynaklarını planlanan hızdan daha hızlı tüketmeye başlıyor. Buna Türkiye’de olduğu gibi su havzalarının etrafını korumanın siyasi çıkarlara feda edilmesi de eklenince çözüm su kesintilerine yöneliyor. İstanbul örneğine bakarsak, tatlı su daha uzun mesafelerden gelmeye başlayacak. Uzun dönemde petrol ve doğal gaz boru hatları gibi su boru hatlarının da oluşması kaçınılmaz.
Ben içme suyu temini konusunda genel anlamda ümitsiz değilim. Önceleri “Deniz Suyundan Tatlı Su Elde Etme” yöntemi doğadan gelen ve basit bir preparasyondan sonra (klorlama vs) içime hazır hale getirilen suya nazaran çok daha pahalıya mal oluyordu. Gelişen teknolojiler ve azalan maliyetler “Deniz Suyundan Tatlı Su Elde Etme”, İngilizce adıyla “Desalination” projelerini ucuzlatarak hızlandırdı. 1 Mart 2007’de NTV’de yayınlanan “Biri Bana Anlatsın” programında “Deniz Suyundan içme suyu elde edilmez, sadece kullanım suyu elde edilir” diyen hocama inat, ABD’nin California eyaletinde 10 tane Desalination fabrikası günde 10 Milyon litre deniz suyunu içme suyuna (Potable Water) çeviriyor.
Yetmişli yıllarda 1 m³ içme suyu elde etmek için yaklaşık 9 kWh güç harcaniyordu. O yüzden, “Desalination” projeleri genelde petrol fiyatlarının ucuz (benzinle çalışan jenaratörlerle elektrik elde ediliyordu) ve içme suyunun az olduğu körfez ülkelerinde ağırlıklı olarak uygulandı. “Reverse Osmosis” denilen ve yüksek basınç ile çok küçük gözenekli bir mebran (yoğunlaştırılmış polimer filmler) içinden su geçirerek içme suyu elde yöntemi, her yıl geliştirilen yeni membranlar ile ucuzluyor. Son dönemde membranlarda nano seviyesinde gözeneklere inilerek verimlilik %50 arttı (yani elektrik üretimi %50 düştü) ve güç harcaması 1 m³ su için yaklaşık 3 kWh’a kadar düştü. 1 m³ içme suyu elde etmek için maliyetin %50’sini enerji, geri kalanı sistem yatırımı olduğunu düşünürsek, gerekli toplam maliyet 6 kWh civarında olmaktadır. Bu da Türkiye ‘nin bugünkü elektrik fiyatlarıyla 70 YKr civarındadır.
Ayrıca yeni yöntemler özelikle “Yenilenebilir Enerji”, maliyetleri aşağıya çeken etkenlerin başında geliyor. Yani güneş enerjisi, dalga, git-gel ve boğaz akıntısı (İstanbul Boğazı bu iş için biçilmiş kaftandır) gibi enerji elde etme yöntemleri maliyetleri daha da düşürüyor. Bunun dışında özellikle Hidroelektrik Santraller hem hidrojen hem de içme suyu elde etme konusunda büyük bir avantaj getiriyor. Çünkü en düşük ücret tarifesinin olduğu 22:00-06:00 saatlerinde bu santrallerden yararlanmak mümkün.
Bugün yağmurlar deniz suyunun da buharlaşması sonucu bize geri döndüğüne göre, teknolojik olarak korkulacak bir durum olmadığını görüyoruz. Ayrıca kişi başı kullanıma baktığımızda içme suyunun toplam su kullanımı içinde % 1-6’lık bir orana sahip olması ümidimi daha da arttırıyor. Artan güvenlik sorunlarının bir süre sonra içme sularını kullanım suyundan tümüyle ayırma zorunluluğunu getireceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Benim ümitsiz ve üzgün olduğum nokta bu faturanın gene fakir ülkelere kesilecek olması. Çünkü bu ülkeler yüksek maliyetli içme ve kullanım suyu elde etmeyi ve taşımayı finanse etmekte zorlanacaklar. Unutmayalım ki bu ülkelerin sahip oldukları sular da kirli. Bu konuda çalışmalar çok ucuz çözümlere dayanıyor. Örneğin P&G biraz da sosyal sorumluluk destekli “PUR” adını veridiği ürün ile kirli suları temizleyen kimyasallar üretiyor. Kirli su dolu 10 litrelik kovaya karıştırıldığında suyu temizleyen bu ürün 0.10 USD fiyatla satılıyor.
Su kullanımıı insan haklarının temel unsurlarından biridir. Günde 30 litre su harcayarak yaşayabilirken (5 litresi yemek ve içmek, 25 litresi temizlenmek için), ABD vatandaşı günde 500 litre, Gambia vatandaşı ise 4.5 litre su harcıyor. Bu durum gelişen teknolojilere sırtımızı dayamamızın yanında, kendimizi ve çocuklarımızı tutumlu kullanım için eğitme ve denetleme zorunluluğunu da ayrıca ortaya koyuyor.

Forbes Haziran 2007

Bültene katılın.