Yayınlanma Tarihi: 25 Haziran 2013Kategoriler: Haberler

Yüzde 85’i beton, geceleri girmek için cesaret isteyen “Gezi Parkı” ndan çıkarılan ağaçlar ile başlayan, ama arkasında geçmişte oluşan birikimi haklı olarak ortaya koyan tepkileri hep beraber yaşadık. Öylesine ki, bu konudaki fikirlerimi hem kendi blogumda, hem ODTÜ Radyo’da yapmış olduğum konuşmada, hem de attığım tweet’lerde ortaya koydum. Bazı gazetecilerin ortaya koydukları komplo teorilerini de eleştirdim. Faiz Lobisi konusunda görüşlerimi paylaştım. Ahmet Hakan’ın “Neden Bitmiyor?” (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23553306.asp) köşesinde belirttiği gibi Başbakan ve devlet’ten gelecek pozitif yaklaşım ile bu krizde yer alan gerçek protestocular çok daha önce protestolarını bitireceklerdi.

Bu süre içinde 2 kez yurt dışına çıktım ve Türkiye’nin dışarıdan çok iyi gözükmediğini söyledim. Takipçi sayımın son dönemde 500 civarında azaldığını gördüm. Benden beklenen protestolara tam destek istendi. Garanti Bankası genel müdürü Ergun Özen’in yaptığı gibi “Ben de çapulcuyum” dememin veya bazı sanatçı/iş adamlarının yaptığı gibi tamamıyla şov amaçlı olarak Gezi Parkı’na çıkmanın da anlamlı olmadığını düşündüm. Bir Gelecek Bilimci’si olarak Gezi Parkı’na gençliğin bakış açısını anlamak için birkaç kez gittim.

Bugün gelinen noktada artık olayın protesto’dan çıkıp örgütlerin yerini aldığı planlı bir saldırıya dönüştüğünü görüyorum/z. Bu durum artık ülkenin geleceğini tehdit eder hale geldi. Bazı gelişmeler kendi içinde bir sonuç oluştururken çevreden gelecek etkiler, durumu içinden çıkılamayacak hale getirebilir. Örneğin FED başkanı Bernanke’nin açıklaması ile gelişmekte ülkelerden para kaçışı başladı. Durum bu kadar abartılacak olmamasına rağmen “sürü sendromu” durumu oluşuverdi. Cumhurbaşkanı’nın “Alkol” yasasını 10 Haziranda onaylaması da zamanlama olarak iyi olmadı. Ben gece 22:00’den sonra alkol satışının yasaklanmasının yeni bir satış kanalı yaratacağını söyledim. ABD’den yeni dönen ortağım ile Türkiye’nin genel durumunu konuşurken bana bazı konuları hatırlatma ihtiyacı duyduğunu söyledi. Pininfarina ile görüşmek için Torino’ya gittiğimizde Piazza Della Republica’da restoran’ın dış bölümünde alkol alamayacağımızı söylediklerini, Think firmasının satın alım görüşmeleri için çeşitli kereler bulunduğumuz Norveç’de Cumartesi günü saat 18:00’den sonra bar ve restoranlar dışında alkol satışnın yasak olduğunu gördüğümüzü, İrlanda seyahatinde ise alkol’ün dış mekanlarda gösterilerek içilmesinin 200 Pound ceza veya 90 gün hapis cezası ile sonuçlandığını hatırlattı. Ayrıca Galata kulesi dibinde yere oturmuş açıkta bira içen yabancıların bunu hangi Avrupa ülkesinde rahatlıkla yapabileceğimizi kendi aramızda konuştuğumuzu da hatırlattı. Bunların hepsi konusunda söylenecek birşey olmadığını ama yasaklama/sınırlama konusunda yaklaşımın aşırı bir noktaya geldiğini ve bunun iletişiminin ise hiçbir şekilde doğru bir şekilde yapılmadığını söyledim. Bunun arkasında “ben yaptım, oldu” yaklaşımının net olarak algılandığını da ben kendisine hatırlattım.

 Sonra “faiz lobisi” üzerinde konuştuk. İngiliz ve London School of Economics’den mezun olduğu için kendisine yurt dışında “interest rate lobby” diye bir kavramın olup olmadığını sordum. Hem kendisinin ne de arkadaşlarının bu terminolojiye yabancı olduklarını söyledi. Türkiye gibi yüksek cari açığı ve agresif büyüme hedefi olan ülkelerin ne yazık ki bir sarmal içinde olmasının kaçınılmaz olduğunu söyledi. Bu farkı fonlayan yurt dışı kaynakların el üstünde tutulduğu, FED kararları ile volatil hale gelen gelişen piyasalarda işin kar realizasyonuna geldiğinde bunu eleştirmenin tutarlı bir durum olmayacağını söyledi. Faiz lobisi’nin ilacının bu ülkedeki atma değer üretecek yatırımlar olduğunu biliyoruz. 2011 yılında Bugün gazetesine verdiğim bir röportajda “cari açık katili olmak istiyorum” dememdeki neden buydu. Artık devlet bu tür projelere her türlü desteği vermesi gerekiyor. Bunun yapılmaması durumunda “faiz lobisi” konuşmalarının süreceğini biliyoruz.

Suriye konusunda elimizi açıkça belli etmenin getirdiği riski taşırken, vatandaş ile iletişimde daha güçlü ve kararlarda daha empatik olunması gerektiği konusunda ortak fikir birliğine vardık. Çünkü Suriye konusunda bulunduğumuz pozisyon gereği ABD ve Rusya arasında sıkışıp kaldık. Zaten dikkat edilirse AB’nin Türkiye’ye yaklaşımı ile ABD/Rusya ikilisinin yaklaşımı tümüyle farklı oldu. Hele ABD Büyükelçisinin Van seyahati hedef şaşırtma anlamında muhteşem etkili oldu. İşte “halkla ilişki” dediğimiz budur. Halkla ilişki konusunda Divan Oteli’nin ve Starbucks Cafe’nin yaklaşımlarının nasıl farklı olduğunu gördük. Her ikisinin de kriz yönetimi farklı oldu. İzmir’de Starbucks Cafe’ler hem yağmalandı, hem de artık çok tercih edilmeyen mekanlar haline döndü. Halbuki krizi çok iyi yönetselerdi bu duruma gelmezlerdi. Sonuçta tüm dükkanları sigortalıyken işleyemez haline gelmeleri onların proaktif önlemler konusunda sınıfta kaldılarını ortaya oyuyor.

Polis’den gelen “ayağım kaydı vurdum” gibi komik beyanların  (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21354858.asp) vatandaşta infial yarattığı bilinirken, suçlu’nun korunması yerine gerçek adaletin yerine getirilmesi vatandaşın bakış açısını değiştirecektir. Adalet konusunda artık işlerin mahkemelere bırakılması gerekiyor.

Çarşı grubuna bağlı bir kişinin evinde bulunan “uçaksavar mermisi” için bu kadar tantana çıkarılması çok anlamsız. Adamın evinde onu atacak uçaksavar bulduysak o ayrı bir konu tabii.

Sonuç olarak gelinen yolda, bir çıkmaza girmemek için hem hükümet kanadında hem de vatandaş olarak daha ölçülü olmakta yarar var. Gezi Parkı, park olarak kalsın. Ne farkeder? Ama betonarme bir park olmasın. AKM yıkılsın. Ama 3. Köprü ve 3. Havalimanı ile Kanal İstanbul yapılsın. Sonra kalkıp “Lufthansa”, “İngiltere” istemiyor gibi komik ve anlamsız teoriler oluşuveriyor.

Bültene katılın.