Yayınlanma Tarihi: 8 Nisan 2009Kategoriler: BusinessWeek Yazıları

bw
Bir önceki yazımda İtalyanların başlattığı “Cittá Slow” yani “Yavaş Şehir” akımından bahsetmiş ve Asos’u Türkiye için iyi bir örnek olarak göstermiştim. Bazı arkadaşlarımın eleştirisine uğradım hemen: “Aman hocam güzelim Asos’u da kaybetmeyelim.
Gidecek yerimiz kalmayacak sonra” dediler. Gerçekten haklılar. Ben de zaten hedef göstermek istemediğimi söylerek Asos’u belirtmiştim. Son dönemde verdiğim konferanslarda özellikle değişen yaşam koşullarının bizlere yaşattığı karmaşıklığı, beynin buna adaptasyonundaki zorluğu anlatıyorum ve bu konuda başların onay biçiminde sallandığını görüyorum. Değişim o kadar hızlı ki özellikle 1964 ve öncesi doğan “Baby Boomers” kuşağı şu anda bu değişme kesinlikle ayak uyduramıyor. X kuşağı ise (1965-1979 doğumlular) aslında tam geçiş dönemindeler. En çok acı çekenler ise bu kuşak. Hem ayak uydurabilmesi için belli bir birikimi var, hem de geçmişten gelen alışkanlıklarını bırakamıyorlar. Durum bu olunca değişim algısında ve bakış açıları arasında inanılmaz bir uçurum bulunuyor.

Bu kuşakların “Hızlı Şehir” yaşamında işleri iyice zorlaşıyor. Hızlı şehirde sakin yaşama şansımız biraz zor. Özgürlüklerimiz inanılmaz kısıtlı. Yaşamımıza dışardan konulan kurallar ağırlaştıkca takip edilmemiz kolaylaşıyor. Şirketlere giriş çıkışlarda kartlı geçiş sistemi kullanılıyordu. Şimdi çalışan sayıları ve çalışma saatleri esnekliği oluşunca kart yerini parmak izi ve retina okumaya bırakmaya başladı. Çünkü çalışanların birbirleri yerine kart okutabilecekleri varsayımı ortaya çıktı. Bunun örnekleri de yaşandığı için değişim kaçınılmaz oldu. 2015 ve sonrasını anlatan bilim-kurgu filmlerinde hala güvenlik gerektiren alanlara geçişte kart kullanımını ise anlamak mümkün değil.

Türkiyede şehirlere MOBESE adı verilen kamera takip sistemleri konmaya başladı. Amaç toplumsal olayları takip etmek, olay anını görüntülemek. Bir kuyumcu soygunu olduğunda işyerinde kamera varsa oradan eşgal belirlenirken, hemen dışarıdaki MOBESE kamerasından soyguncuların kaçış noktası, varsa arabasının model ve plakası belirleniyor. Düşünün hiç kamera olmasa suçluları bulmak zorlaşır. Mobil telefonlarda GPS (enlem ve boylam olarak pozisyon belirleme) standart olmaya başladı. İlk bakışta çok can sıkıcı gibi gözüksede, kullanım izninin kullanıcıdan gelmesi durumunda, pozisyon belirlemesi can kurtarıcı olabiliyor. Örneğin dağda kaybolanlar, kaçırılanların yaşam tehditleri azalmış olacak. Mobil telefon operatörlerinin GPS harici pozisyon belirlemeleri şehir dışlarında kilometreler hassasiyetinde olduğu için işe yaramıyor, süreci uzatıyor. Bir bombalama ve saldırı anında o noktadan hızlıca uzaklaşan ve daha önce birbirleriyle görüşme yapmış mobil telefonların tespiti mobil telefon operatörünün baz istasyonlarından aldığı bilgileri değerlendirmesi sayesinde yapılabiliyor. Kredi kartı harcamaları on-line takip ediliyor. Bu sayede aranılan kişinin hareketleri de takip edilebiliyor.

Gelinen noktada bizler özgürlüklerimizden ödün verdiğimiz konusunda bir korkuya kapılıyoruz. ABD gibi gelişmiş hukuk sistemi olan ülkelerde korku daha az. Ama Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde korku dağları aşmış durumda. Mütevazi ev hanımı dahi cep telefonunun dinlendiği korkusunu yaşıyor. Parmak izi ile geçiş yapılan şirketlerde kişiler parmak izlerini vemek istemiyorlar. Alınan kamera görüntülerinin her an aleyhlerine tehdit aracı olarak kullanılabileceğini düşünenler var. Güvenlik şirketlerinin artması ile birlikte yeterli eğitim almadan görev yapan güvenlik görevlileri zaman zaman sinir bozucu, zaman zaman da komik olaylara neden oluyorlar. Örneğin İstinye Park’a girişte araç aramaları var. Sanırsınız ki Meksika sınırından ABD’ye giriş yapıyorsunuz ve hakkınızda ihbar var. Karşıda “Dur” tabelalı ve asık yüzlü bir özel tim görevlisi (!!) sizinle göz temasını kesmeden süzüyor. Çünkü her an sınırdan içeri kaçıp izinizi kaybettirebilirsiniz. İkinci görevli bagajı açıyor. Aradıkları ise sadece LPG tüpü. Varsa aracı kapalı otoparka almıyorlar. Son moda ise K9 köpekler. Ortalıkta o kadar çok köpek var ki, köpekler bile şaşkın: “ben kendimi özel hissedemiyorum” diye. “Telefonunuz bir daha asla dinlenemeyecek” veya “Kocanız/karınız sizi asla aldatamayacak” e-mailleri yağıyor. Zehir hafiyelik almış yürümüş durumda. Görev bilinci bu kadar yüksek (ve abartılı) bir ülkede yaşadığınızda güvenliğimiz için kullanılan yöntem ve teknolojiler insanı gerçekten yormaya ve korkutmaya başlıyor. Baby boomers ile X kuşakları teknolojiyi sonraki kuşaklar kadar yakından takip edemedikleri için beyinleri iyice yoruluyor ve Türkiyenin hızlı şehirleri onlara iyice zor gelmeye başlıyor. Bu durumda benim bir önceki yazımdaki “Yavaş Şehirler” ön plana çıkıyor.

29/03/2009 BusinessWeek

Bültene katılın.