Yayınlanma Tarihi: 17 Ekim 2013Kategoriler: Haberler

Devletler bugüne kadar “Özelleştirme” adı altında verimli olmayan (bazen de kâr eden) kamu kaynaklarını nakde çevirip bütçelerine katkıda bulundular. Türkiye’de artık özelleştirecek işletme sayısı azaldığı için bu gelir kaynağı da yakında kesilecek. Sırada Kamu-Özel Sektör Ortaklığı var. Burada da doygunluk belirli bir süre sonra oluşacak. Toplumlar yaşlandıkça çalışan sayısına düşen emekli sayısı artıyor ve buna paralel olarak sosyal güvenlik açıkları da büyüyor. Seçim öncesi vaatlerin en vurucu olanlarından biri de gelir dağılımındaki dengesizliği ortadan kaldırmaktır. Bunun için öncelikle sağlık alanında destek sağlayan devletler daha sonra başka desteklerle hem düşük gelirli olanların yaşam standartlarını arttırıyor, hem de tüketimi canlandırıyorlar. Bu durumu bir başka açıdan değerlendirirsek, devlet aslında bir bakıma tüketici olmuyor mu? Yani fakirin bir mal veya hizmeti satın alabilmesi için ona para vermek ile fakire bir mal veya hizmeti satın alıp bedaya vermek aynı sonucu doğurmuyor mu?

OECD ülkelerinde 2050 yılında yaşları 20–64 yaşındaki insanların 65 yaş ve üzeri olanlara oranı 2.1’e düşecek. Ama önümüzdeki yıllarda en büyük sorun yaşayacak ülkelerin başında Japonya olacak. Yeşim Tekstil’de bundan 2.5 yıl once verdiğim konferansta dile getirmiştim: (Haber için Tıklayınız)

Daha detaylı anlatmak gerekirse Japonya’nın nüfusu 2050 yılına gelindiğinde 128 milyon’dan 90 milyona düşecek. İstatistiki olarak 2613 yılında Japonya’da 480 kişi kalacağı hesaplanabilir. 2050 yılında çalışan nüfusun %55’e, 3 çalışana 2 emekli düşeceği hesaplanıyor. 2050 de Japonya’nın yaş ortalaması 52 olacak. Bu durumda sosyal güvenlik pirimlerinin yeterli bir alt yapı oluşturamayacağı Japonya’da tek care vergileri arttırmak. Vergilerin çok yüksek olduğu bir ülkede kim yaşamak ister. Bu durumda Japonların yaşlılıklarını başka ülkelerde sürdürmek isteyeceklerine kesin gözüyle bakabiliriz. Yani yaşlanan ülkelerin yaşlıları yaşamın daha ucuz olduğu ülkelerde yaşlanmaya başlayacaklar.

IMF’nin hesabına göre, ortalama yaşamın beklentilerden 3 yaş daha artması, gelişmiş ekonomilerde 2010 yılında GSMH’nın %50’sine, gelişmekte olan ekonomilerde ise %25 oranında maliyet artışı oluşturdu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aysit Tansel, ortalama çocuk sayısının 2050 yılında 3’e ulaştığında, Türkiye’deki nüfusun 2075 yılında 140 milyona çıkabileceğini belirtmiş. Böyle bir durumu rüyamızda bile görmemiz mümkün değil. Çünkü 2050’ye gelindiğinde doğurganlık oranı olarak öngörülen 1,85’in bile yüksek olduğunu düşünüyorum. Başbakan’ın 3 çocuk çağrısı tümevarım olarak çok doğru bir yaklaşım olmasına karşın, bu durumun kadınların eve kapanıp çalışma hayatından uzaklaşmasına, böylece evin tek gelirle idare etmesine yol açacağı için bu kez çok daha farklı sorunlar yumağı ortaya çıkacak. Bu kez devlet farklı bir destek sistemi geliştirmek zorunda kalacak.

Sonuç olarak varmaya çalıştığım, devletlerin yeni gelir kaynaklarına sahip olmaları gerektiğidir. Türkiye’de “Menkul Kıymet” piyasasının güçlenmesi özellikle Bireysel Emeklilik ve Pirim‘lerin değerlendirilmesi açısından bir itiş güç olacaktır. Bunun dışında devletin katma değer yaratan şirketlerin oluşumuna destek olup, onlara ortak olması iyi bir opsiyon olabilir. Ama bu kez daha önce yaşanan sıkıntıların tekrarlamaması için ortaklıkları %50’nin altında olmalı ve özellikle İK konusunda karar verici olmamalılar. Her yıl hisselerinin belirli bir oranını halka açarak veya blok satış yaparak gelir edebilecek devlet, bu sayede “vergi” çıpasına çok daha az mecbur kalacaktır.

Bültene katılın.